”Bizde acı çeken çok ama acısını dönüştüren az. Bu nedenle de kendileriyle değil başkalarıyla meşgul çoğunluk. ”

 

Nihan Kaya ile yıllar evvel tanıştığım o gün hâlâ aklımda…

Bir insanı tanımak bazen birkaç saniye sürebiliyor. Ne kadar samimi, içten bir insan olduğunu hemen anlayabiliyorsunuz. Nihan da o özel insanlardan biriydi. Kelimeler, onun dilinden dökülürken ‘nokta’ya varmıyorsunuz da ‘nokta’ya dahil oluyorsunuz. İyi hissederek kalkıyorsunuz masadan.

Zaman geldi; zaman geçti. Nihan ile dostluğumuz devam etti; o kitap yazmayı sürdürüyordu. Bense yayımlanan her kitabında onun kaleminden dökülen mürekkep izlerini takip ediyordum. Son kitaplarından biri olan ”Yüzmek, Yaşamak ve Olma Arzusu”nu okudum. Keyifle. Oturup yeniden konuşmanın vakti gelmiş, dedim kendi kendime.

 

Çok üretken bir yazarsın Nihan. Bize, bir kitabı yazmaya başlamadan önce ilk kıvılcımın nasıl yakıldığından bahseder misin?

Kendimi üretken görmedim hiçbir zaman. Çok küçük yaştan beri okuyup yazıyorum. Bir şeye uzun zaman emek verince birdenbire hızlandığınız bir nokta oluyor. 10.000 saat emek kuralı bu konuda da geçerli sanırım. Ama bunu “Çok okuyayım, sonra bana katkısı olsun.” diye düşünerek, planlayarak değil sırf okumayı, öğrenmeyi çok sevdiğim için yaptım. Sonra bir gün bir baktım ki herkesten çok daha hızlı okuyabiliyorum. Londra’da kitapçılarda seçtiğim kitaplarla -burada yapılabildiği gibi- kitapçının kafesine oturur, kitapları her sayfasında ne anlattığını bilecek kadar tararım, çay içebileceğim kadar sürede. Ömrüm kütüphanelerde araştırma yaparak geçti ve bir araştırmacı olarak bulunmaz nimet bu kadar hızlı tarayabilmek metinleri. İnsanlar da benim yaptığım bir şeyi taklit etsinler değil, kendi tutkularının peşinden gitsinler isterim, benim gibi. Kitap yazmak da böyle. İyi bir okursanız eğer, daha önce dünyada olmayan bir kitabın fikri zamanla sizi ele geçirir ya da geçirmez. Ele geçirmiyorsa eğer, uğraşmaya hiç gerek yok bence. Kıvılcım büyük değilse yazmam. İster roman yazayım ister kuram, kimsenin görmediği bir şeyi gösterme isteğim çok güçlü olunca doğuyor benim kıvılcımım. Bu, kendi kişiliğimle ve yaşadıklarımla ilgili. Bir başkasının kıvılcımı başka alanda, başka şekilde doğabilir. Bireyler ne konuda canlı hissettiklerini kendileri bulacaktır, yeter ki bulmak istesinler. Şunu da eklemek isterim: İlk 10.000 saatte bir ivme kazanıyorsunuz. Ama 2. 10.000, 3. 10.000 ve sonrası da böyle. Bizi heyecanlandıran konuda çalışalım, gerisi zaten gelecek kendiliğinden. Siz istediğiniz şeye vakit, enerji harcamak isteyince tüm dünya bir olup karşı çıkıyor bunu yapabilmenize çoğu zaman. İşte burada sebat gerekiyor. Dünyaya karşı heyecanımızın yanında olmak için sebat. İstemeden çalışmak için sebat değil. Uzun zaman sefalet çekebiliyoruz heyecanımız için direnirken, semeresi çok sonra geliyor, gelecekse.

Çocuklar için yazdığın ancak her ebeveynin muhakkak okuması gereken kitaplarında seni en çok umutlandıran ne oluyor?

Çocuklardan mektup aldığımda çok seviniyorum. Yetişkinlere dair pek umudum olduğunu söyleyemem. İlla yazılı bir metin olması gerekmiyor çocuklardan gelenin. Mini minicik bir saç tokası var mesela evimde. “Okuduğun şu kitabın yazarıyla görüşeceğim.” diyen kuzenine, 5 yaşındaki bir kız çocuğunun “O zaman ona bunu benden hediye olarak götür.” diyerek saçından çıkarıp verdiği. Bu da bir mektup. Çocuklardan böyle ufak tefek dönüşler aldığımızda ben de eşim de çok mutlu oluyoruz. Yetişkinlerin aklına gelmeyecek türde iletişim biçimleri bunlar; varlıkları bize güç veriyor.

Bir röportajında “Öfkeyle yazdığım tek metin Kırgınlık’tı” diyorsun. Öfkenin yaratıcılığa katkısını merak ediyorum.

Pek öfkeli biri değilim ama Kırgınlık’ı yazmak zorunda kalışıma, öncesindeki 20 yıla çok kırgın ve öfkeliyim, o öfkenin metni Kırgınlık. “Hayır, yazmayacağım!” dedim ve bu yazmama isteğiyle ortaya çıktı, yazmama isteğini anlatıyor. Benim yaratıcılığımda öfke pek etkili değil ama bir başkası için öyle olmayabilir tabii ki. Güçlü olan herhangi bir duygu yaratıcılığa dönüşebilir. Duygunun kontrol edilmesi demek yaratıcılık zaten. Öfke birincil hissimiz değil. Öfke, incinmenin sonucu. Yaratıcılığın kökeninde acı var. Yazma Cesareti’nin alt başlığı bu nedenle Acının Yaratıcılığa Dönüşümü. Acı ve yaratıcılık ilişkisi çok uzun zamandır araştırma alanım. Acıyı işleyebilmek ve dönüştürebilmek mesele. Bizde acı çeken çok ama acısının farkında olan, onu bir kaynak olarak kullanabilen, dönüştüren az. Bu nedenle de kendileriyle değil başkalarıyla meşgul çoğunluk. Psikanalist Bion’un sevdiğim bir sözü vardır. “Birçok insan acıyı geçiştirir, dönüştürmez.” der. Maalesef doğru. Ülkemiz için özellikle. Psikolojik açıdan iyi olduklarını sanıyorlar ama değiller. İyi olsalar böyle suçlayıcı ve saldırgan olmazlar.

Sosyal medyada linç kültürü oldukça yaygın. Bazı okurlar keskin görüşlerin olduğunu söylüyor. Anlaşılamadığını düşündüğünde neler yapıyorsun?

Beni tanıyorsun Mesut, birlikte o kadar vakit geçirdik; sert biri değilim. Kitaplarım da değil. Şefkatten doğmuş ve şefkatle yazılmış metinler. “Baktığın benim ama gördüğün sensin.” çok doğru bir söz gerçekten. Türkiye’yle ilgili hayal kırıklığı yaşıyorum ve İngiltere’ye geri döndüm bu yüzden. Eleştiri bekliyordum ama hiç eleştirilmedim. Bu kadar çok yalan, iftira, çarpıtma beklemiyordum. Söylemediğim bir şeyi söylediğimi, yapmadığım bir şeyi yaptığımı iddia edip sonra o olmayan sözü, davranışı uzun uzun eleştirmek eleştiri değil. Bu yalanlara hiç düşünmeden inananlara da çok kırgınım. Artık kimseye itimadım kalmadı. Tarihi misyonumu yerine getirdim ve çekiliyorum. Yazdıklarımın ne olduğunun ve ne olmadığının elli sene sonra anlaşılacağını düşünüyorum. Güvendiğim tek şey bu. Bu röportajı bundan elli yıl sonra yeniden görürler ve bu günleri hatırlarlar umarım. O gün de burada olacağım. Türkiye’ye karşılıksız çok şey verdim ama çok kırgınım, birçok şeyi bırakıyorum. Her zaman tutkuyla yaptığım şeye, okumaya dönüyorum. Zor olan yaşamak değil. Zor olan insanlar. Neyse ki tutkum baki.

Yüzmek, Yaşamak ve Olma Arzusu’nda, birçok değerli bilginin yanı sıra, yüzmeye anne karnında başladığımıza da değiniyorsun. Bu yeteneği kaybeden ve geri alma fırsatı olmayan birine neler söylemek istersin?

Doğuştan sahip olduğumuz temel şeyleri elimizden alabilecek hiç kimse yok. “Kimsenin Elimizden Alamayacağı Şey” başlıklı bir YouTube videosu çekmiştim. (Video çekmeyi bıraktım, başka birçok şey gibi.) Yüzme -ve tabii yüzmeyle birlikte yüzmenin temsil ettiği birçok şey- de buna dahil. Umarım bunu bilmek bize güç verir. Kendimi kötü ve ümitsiz hisssettiğimde hep bu gerçeği hatırlarım. Kimsenin asla zarar veremeyeceği bir öze sahip olmak -Jung’un düşüncesidir bu, kitaplarımda hep anlatırım- çok rahatlatıcı.

Frida Kahlo’nun kaşlarıyla, Monroe’nun bedeniyle barışık olmasına değiniyorsun aynı kitabında. Aynı zamanda Quasimodo’nun ötekiye dönüştüğüne de… Beden ve ruh arasındaki dalgalanmalardan nasıl beslenmeliyiz?

Kim hangi durumdan nasıl beslenir bilmiyorum ama beden de psişe de bizimle sürekli konuşuyor, bunu biliyorum. Onların ne dediğini duymasını öğrenmek mesele. Biliyorsun, bedeniyle barışık biri değilim. Yine de 20-30 yıl öncesine göre çok yol kat ettim bu konuda. Süreç devam ediyor ve bunu da kabullenmek gerek. Yaşam, o sürecin kendisi. Hiçbirimizin süreci tamamlanmayacak.

Heidegger’in Dasein (Varoluş, orada olmak) kavramı üzerinden düşünürsek “İnsan nerede, nasıl var olur? Orada, varoluşunu sürdürmenin manasına hangi yöntemlerle kavuşur?”

Benim çok sevdiğim estetisyen Herbert Read’e göre Heidegger sanatın varoluşu açığa çıkaran bir şiddet eylemi olduğunu gören tek filozof. Heidegger’e göre sanat, varlığı sanat eserinde stabilize eden şey. Yani eser varlığımızın en somut ifadesi. Heidegger sanatı, varlığın yapıtın formunda somutlanması ve görünür hale gelmesi olarak görüyor. Varoluşsal durumumuz içerisinde pasif olarak kalabilmemizin mümkün olmadığını söylüyor. Heidegger’in söylediği anlamda aktif olmadığımız müddetçe aslında ölü olarak yaşıyoruz yani. Sanat deyince içinde yaratıcılık barındıran her şeyi düşünebiliriz. Tolstoy’un söylediği gibi, en önemli sanat eseri, ölünce geride bıraktığımız hayat. Foucault’ya çok yakın bir şey söylüyor aslında burada Tolstoy. Önemli olan, hayatımızı bir sanat eseri gibi yaşamak. Var olmak ve yaşamak aynı şeyler değil ama nerede yaşadığımızı hissettiğimizi biz bulacağız, başkası bizim adımıza bulamaz. Kendimizi yaratabildiğimiz ölçüde var oluruz. Varoluş statik bir şey değil. Eylem içinde üretilebiliyor sadece. Yaratıcı eylem.

 

Kıymetli film önerilerinde bulunuyorsun. Glokal Tv okurlarına hangi filmi izlemelerini önerirsin?

Önermek hep uzak durduğum bir sözcük, ömrüm boyunca tavsiye vermekten kaçındım ama beni etkileyen filmlerden birkaçını sayabilirim. Geçen yıl izlediğim Manchester by the Sea’yi hemen her gün hatırlıyorum şu ara. Ben is Back de sık sık aklıma geliyor. Sinema, edebiyattan doğan bir sanat ve kurgu önemli benim için. Bu filmlerin kendilerini yavaş yavaş açmasını, gündelik hayatla derin duyguları -gerçek yaşamda olduğu gibi- bir arada verme biçimini çok seviyorum. 2008’de izlediğim Das Leben der Anderen (Başkalarının Hayatı) çok özel bir film benim için. En sevdiğim filmler arasında. Vinterberg’in The Hunt filmini de çok seviyorum. The Hunt, benim hayatımı anlatıyor birçok açıdan. Joker de öyle. Arkadaşımın Evi Nerede? çok sıcak ve duygulu bir film. Jude, en sevdiğim edebiyat uyarlaması. Kevin Hakkında Konuşmalıyız çok özel. Zvyagintsev’in The Return filmini çok kişi çok sever. Ben de çok seviyorum ama The Banishment The Return’den bile daha özel benim için, konu ile çok bağ kurduğumdan sanırım. Bunlar hiç düşünmeden bir çırpıda aklıma gelenler.

 

Röportaj: Mesut Keskinbıçak