Ayna Çarpması

Ablam sözcük sözcük, diline tespih etmişti annemi. “Anne çok hasta, herkesi karıştırmaya başladı.” Bütün bildiği ve söylediği buydu bana her telefon açışında. Bense dönmek istemiyordum bir daha oraya. Ora. Çocukluğuma. Başımda okunan dualara, boynuma kesilen gümüş paralara… Üç numara tıraşıma, trahomlu gözlerime, sahasında hep kaleci olduğum o arsaya. Hele hele on yedi yaşıma, hiç mi hiç dönmek istemiyordum.

– Daldın gene abi, dedi berber.

– Biraz yorgunum, dedim.

Berber kapıları yalnız bir kez açılır bana. Aynı berbere ikinci defa gitmem. Tahammül edemem. Bu berber de öbürleri gibi konuştukça konuşacak galiba. Bu akşam ablam zorlamasa “Anne seni bile tanımayabilir” demese, gelmeyecektim buraya. Hangisine gittiysem hepsi aynı. Al birini vur ötekine, pişti. Bu konuşma merakları da olmasa, kepenk indirecekler sanki. Oysa ben bütün söyleyeceklerimi, sakalımı tıraş edeceği zamana ayırmıştım: İşler nasıl, ne olacak bu memleketin hali, Galatasaray bu yıl kupayı alır mı dersin? Hatta kimi sözlerine yanıtlarım bile hazır: Öldü esnaflık, öldü. Bitirdiler küçük esnafı. Eski mahallemin yeni berberine, berber Razi Dayı vardı, yaşıyor mu hâlâ, diye sorabilirim mesela.

– Abi gene daldın.

– Yok yok, iyiyim, dedim. Makas şıkırtılarından öte, derin bir sessizlik kaplayacaktı ki ortalığı, berber kısık sesli bir öksürükten sonra,

– Abi ayıptır sorması ne iş yaparsın sen, dedi. (SEN! Ne demek sen?)

– Niye ayıp olsun, yapıyorum işte bi işler, dedim.

Bu “Yapıyorum işte bi işler” cümlesi de onun sus payı. Biliyorum ben sizi, hem kekeme hem gevezesiniz siz. Aklınca benimle muhabbet edip samimi olacak, buraya bağlayacak beni. Daimi müşterisi olacağım. Gördü gününü işte. Bu cümleden sonra kolay kolay soru da soramaz artık. Ara ara soracağı “Abi önden biraz daha kısaltayım mı, favoriler uzun mu kalsın, kirli sakalı da alalım mı?” soruları, yeter de artar bile ona.

Saçlarıma aklar düşmüş. Şakaklarımda belirgin bir kırlaşma var artık. Oysa lise ikideyken böyle miydim ben? Lise iki, sevgili on yedi yaşım! Hem, her şey o yıl olmadı mı? Şimdi biri çıksa ve on yedi yaşın güzel bir yaş olduğunu söylese, onun ayaklarına her türlü kötülüğü yapabilirim. Görsün bakalım acı ne demekmiş. On yedisine kadar her şey yolundaydı. Her şeyi yapabilirim duygusu vardı bende. Bütün mümkünlerin kıyısındaydım ben o yaşta. Bağlama çalabilir, İngilizce öğrenebilir, uzak, büyük bir şehre gidebilir, sol ayağımla fiyakalı röveşata bir gol atabilir, babamı öldürebilirdim mesela. Ama olmadı işte, hem de hiçbiri olmadı.

Babamı bile dört omuzla götürdüler bir çukura. Ağladım. Gizli gizli. Babamın bana tekme tokat giriştiği, yanaklarımda şaklayan seslerden sonra ağladığım gibi. Hüngür hüngür. Kesik kesik. İnlerdim. İniltilerim avludan dünyaya yayılırdı, kimse duymazdı. Annem de duymazdı beni. Babam, babamız bizi pis sevdi. Bizi çok pis büyüttü. Abim de onun yüzünden kaçmadı mı evden… Babamın kadehi tutuşu gibi tutuyor berber elindeki makası. Evde en çok babam sustu. En çok rakı içerken güzelleşti babam. Güzelleşince saçlarımda dolaştı elleri, okşandıkça yüzüm gözüm, babam benim babamdır dedim. Ama annemi döverken, duyduğum öfkeyi başka bir zaman yaşamadım. Beni tekme tokat, hortum kemer döverken bile böyle bir öfkeye rastlamadım kendimde. Avludan sokağa, sokaktan bir öbür sokağa taşan iniltilerimi kesip, ellerimi yumruk yapıp, bir gün öldüreceğim onu, derdim. Öldüreceğimden korkmadan. Yastığı yüzüne gömüp boğmayı düşünürdüm. Olmazdı. Benden daha güçlüydü o. Uykudayken o, paslı bıçağı kalbine sokmayı hayal eder, kalbim daha hızlı çarpar, avuçlarımın içi terlerdi. Ama olmadı işte. Onu da beceremedim. Tabutuna omuz bile olamadım. Geriye, kulaklarıma dolan sala sesi ve tütün kokan azarlamaları kaldı. Ondan bana kalan tek miras ise Samsun 216 sigarası. Ben de onun gibi Samsun 216 içiyorum şimdi. Sigarayı onun gibi tutuyor, dumanı onun gibi içime çekip azar azar bırakıyorum. Ellerim onunki gibi şimdi, duman sarısı, tütün kokuyor. Uzayan külüme küllük istiyorum berberden. Yüzüm de ona benziyor galiba. Görenler ona benzetiyor beni. Kaç kere denedim de değiştiremedim sigaramı. Öbürleri hep öksürttü beni. Babam öksürünce, bir sigara daha yakar, “İyi gelir” derdi. Öksürüğüm babamın öksürüğü gibi; kesik kesik, tutuk tutuk, sonra birden kesilmemecesine. Ölürcesine. Ne çok korktum öksürürken ölecek diye, ne çok sevindim. O boğulurmuş gibi öksürmeyegörsün, benim kalbim küt küt. Sanki ben öldürmüşüm gibi bir duygu. Korkardım. Olmadı. O da olmadı işte. Eceliyle gitti sonunda.

– Abi gene daldın, dikkat et, dedi berber.

Babam öksürdükçe, annem bir tas su olurdu ona. Sonra sırtını sıvazlar “Helal helal” derdi. Benimse gözlerimde öfkelerden bin öfke. Bir şey diyebilir miydim? El bile kaldıramazdım. Lise ikideydim, “Ayna olsam sana çok kırılırdım” derdi edebiyat hocam yazdığım kompozisyonlardan sonra. Ben de, ben de sana çok kırılırdım baba. Paramparça kırılırdım. Çok kırıldım sana baba, çok. En çok ben kırıldım.

Mırıldanır gibi:

– Koltuktan kayıyorsun, biraz dikkat et, dedi berber.

– İyiyim iyi, sen işine bak, dedim. Bir sigara daha yaktım.

– Aynaya fazla bakma da, dedi. Annem de “Aynaya fazla bakma” derdi. “Cin var aynada, delirirsin” derdi. Ayna camdır anne, can alır. Babama su oldun da, ne oldu! Biliyor musun anne, ben de her perşembe geldim oraya. O dikili taşa, babamın mezarına. Babamla yarım kalmış hesabı görmeye. Sen, mezarı başında Yasin okutur giderdin. Seni gözlerdim uzaktan uzağa. Sen gittikten sonra, ben ağır aksak gelir, senin yerine otururdum. Babamın toprağında hâlâ senin ellerinin izi. Bir üçüncü el olurdum size. El gibi. Sahi anne, hiç el ele tutuştunuz mu babamla! Ancak o öldükten sonra olabildi bu, değil mi? Babam öldükten sonraydı. Senin dilinden dökülen feryat, hâlâ kulaklarımda: “Kapım kilitli kaldı, kapım kilitli kaldı, kapım kilitli kaldı…” Senin dokunduğun toprağa dokunurken, kimi zaman boğazlayacağımdan korktum onu. Ama ölmüştü işte, öldüremezdim onu bir daha. Hem karşımda öyle bir susuyordu ki, evdeki gibi değil anne, başka başka, bağıra bağıra susuyordu sanki. O sustukça güç kazanıyor, ben küfrettikçe, kahroldukça ben, o durmadan büyüyor, elleri kocaman kocaman oluyordu. Büyüdükçe babamın gözleri, topal ayağımdaki sızı canlanıyordu birden. Tekme tokat dövdü beni anne, beni topal bıraktı babam. Beni kaleci yaptı mahalleye. Babam, benim babamdı, zayi oldu. Birazdan geleceğim anne. Bunları bunları konuşmayacağız. Anlatacağımız bir dün yok. Biz yarından konuşalım anne. N’olur anne. Beni tanıyacaksın değil mi? Bak, yüzüm gözüm ortaya çıksın diye tıraş oluyorum şimdi, sana daha güzel gelmek için. Sen topal ayağımdan mı hatırlayacaksın beni! Yapma, bana bunu yapma. Tüm bunlara tanıksın sen anne…

Kapı açıldı usulca. Dışarının soğuğunu kulaklarımda hissettim birden. Keskin. Kar havası.

– Selim Abi gel, dedi berber. Bu abinin tıraşı var, sırada başka kimse yok.

“Tamam, birazdan gelirim” sesi, kulaklarımı ısıttı. Aynadan görünmüyor kim olduğu. Kapıya döndüm. Benim dönmemle, kapıdan çıkması bir oldu.

– Kimdi o, dedim. – Selim Abi mi? – Hı hı, az önce içeri giren.

– Yan tarafımda kuşçu dükkânı var. Komşuyuz.

– Sesi tanıdık geldi de.

– Güzel bi abimizdir, dedi. Topal ayağım zorlamasa beni, basacaktım tekmeyi. Babamın bana geçirdiği gibi. Babamın mezarına geçirmek istediğim gibi. Gereksiz bir soru sorarsın, uzun paragraflı bir yanıt olurlar sana. Merak eder bir şey sorarsın; kesik kesik, yarım bırakırlar her şeyi: “Güzel bi abimiz”miş!

Saçlar birer birer dökülüyor. Yok mu bir çaresi diye sorsam, “İrsi” der geçer. Babam da keldi, doğru. En iyisi sormamak. Telefonum çalıyor. İyice kaymışım koltuktan. Berber haklı. Topal ayağımı düzeltip, “Bi saniye” diyorum berbere. Arayan ablam. “Gelecek misin?” diyor. “Gelecem gelecem, birazdan ordayım” diyorum. “Tamam” diyor. “Tamam” diyorum ben de telefonu kapatırken.

Kaykıldım.

Berber koltukları oldum olası canımı çok sıkar. Yedisinde üç numara tıraşa gönderildiğimde de böyleydi bu, şimdi deHele sakalımı keserken, jilet gırtlağıma dayanmayagörsün, ödüm kopar berberden. Berberle en koyu muhabbete o zaman dalarım. Dalgınlığına gelir de keser bir tarafımı diye korkarım. Jiletten değil, berberden korkarım ben.

– Ustam, jileti değiştirdin mi? (USTAM! Jilet gırtlağıma dayanmasa, böyle bir iltifat sözcüğü çıkmayacak ağzımdan.) – Abi yeni bi kural getirdiler şimdi. Bundan böyle herkese ayrı jilet, ayrı havlu.

– Nedenmiş o?

– Avrupa Birliği’ne girecez ya. Havlular tek kullanımlık. Geçen gün verdim siparişlerini.

– İyi olur, böylesi daha sağlıklı olur, dedim.

– Bende hilaf yoktur abi, bu gelecek havluları herkese kullanmam. Sözüm meclisten dışarı; iti var, çakalı var…

Jilet boynuma yaklaştıkça, konuşturmaya çalışıyorum onu. Dalgınlığına gelir de… Gözüm duvardaki Yılmaz Güney posterine takılıyor: İt oturuşuyla, elinde sigarası, alnı paramparça. Babam da çok severdi onu. Ben doğduğumda “Cesi” koymak istemiş adımı. Sonra nasıl olmuşsa vazgeçmiş. “Dünyanın en güzel ağlayan adamı” derdi babam ona, içerken.

– Çirkin Kral da öldü, dedim. İç çekti.

– Baba adamdı. Bu dünya kimseye kalmaz, dedi.

Eve gitsem. Elini öpsem annemin. Boynuna sarılsam. Bir güzel ağlasak. Kirpiklerimizde tuz biriktirsek. Kaç yıl oldu gelmeyeli bu mahalleye! Ablamın dediği doğru çıksa. “Sen kimin oğlusun?” diye sorsa annem, işte en çok bundan, bundan korkuyorum.

– Abi daldın gene, dikkat et. Kaç defadır dalma diyorum ya, kusuruma bakma, dedi.

– Yok yok, önemli değil canım. (CANIM! Kusuruma bakma, deyişine karşılık.)

– Abi kusuruma bakma, dedi yine berber. Sesimi çıkarmadım. Artık, jilet boynumda, gırtlağımda gezinmeye başlamıştı ki, hiç gerek yokken:

– On sene önceydi, dedi berber. Adamın birini tıraş ediyorum, baktım yavaş yavaş kaymaya başladı koltuktan. Kustu. Neyse ki Razi Dayı vardı, benim ustam. Aceleyle kaldırdık, su döktük başına. Dışarıda hava aldırdık biraz. “Ayna çarpması”dır dedi Razi Dayı. Oluyormuş bi kısmında. Aynaya fazla bakınca ayna çarpıyormuş bazı insanları. Sen de az önce daldın, hafiften kaymaya başladın ya, elim ayağım birbirine girdi abi. Korktum abi. Ayna mı çarptı, dedim kendi kendime. Onun için abi, kusuruma bakma.

 

* Murat Özyaşar 1979’da Diyarbakır’da doğdu. İlk kitabı Ayna Çarpması ile 2008 Haldun Taner Öykü Ödülü ve 2009 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü aldı. Sarı Kahkaha adlı kitabı ile 2016 Uluslararası Balkanika Edebiyat Ödülü’ne değer görüldü. Kitapları Fransızca, Kürtçe ve Farsçaya çevrildi. Aslı Gibidir: Diyarbakır Hikâyeleri’nde yer alan yazıların bir kısmı İstanbul Art News, Yokuş Yol’a, K24 dergilerinde ve Evrensel, Cumhuriyet, Le Monde gazetelerinde yayımlandı. Ayna Çarpması adlı öykü yazarın aynı adlı öykü kitabından alınmıştır. Bu öykü kitabı, Doğan Kitap tarafından yayınlanmıştır.

*Görsel: Volkan Durak